DEVRİM ŞEHİDİMİZ UĞUR MUMCU'YU ANIYORUZ


  

ugur_mumcu_ustayi_saygiyla_aniyoruz DEVRİM ŞEHİDİMİZ, KARANLIKLARA IŞIK TUTAN, YURTSEVER, KEMALİST AYDIN, UĞUR MUMCU'YU KATLİNİN 20. YILINDA RAHMETLE ANIYORUZ ...








 
Mumcu şöyle yazmıştı ;

“Onlar bir gün savcı olacak
İmam hatip okulları ne işe yarar? Bunlar imam hatip olmuyorlar. Yargıç, savcı oluyorlar, kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma kaymakam yetiştiren bölümlerdeki öğrencilerin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu gösterdi. 2000 yılına doğru baktığımızda vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.”

Uğur MUMCU
.........................
Ve Mumcu'nun söyledikleri gerçekleşti !!!
Şimdi onlar ;
Başbakan, Bakan, Vali, kaymakam, savcı, yargıç, avukat,
Üst düzey bürokrat oldular !
Cemaat güçlendi.
Emperyalist küresel patronlar,
onlara oyun sahası hazırladı.
Son 10 senedir Ülkemizde yaşanan derin karmaşanın,
Türkiye'nin emperyalist işgale açılmasının,
Bağımsızlığımızın devredilmesinin,
Laik Cumhuriyet'in çelmelenmesinin,
TSK'nın boyunduruğa alınarak diz çöktürülüşünün,
Vatansever değerli komutanlarının uydurma suçlarla hapse atılması veya istifa ettirilmesinin,
Ülkenin yoz karanlığa götürülüşünün ardında
hep Onlar var....
Sevgili Uğur Mumcu,
önlem alamadık ,
hepsinden önemlisi uyanamadık...
Önce sen,
Şimdi de Türkiye vuruldu ...
Uğu MUMCU 'nun o meşhur konuşması


 ugur_mumcu_ustayi_saygiyla_aniyoruz

Uğur Mumcu ustayı saygıyla anıyoruz...

Ulusal Kanal- 24 Ocak 2013 Perşembe
Uğur Mumcu'nun katledilişinin üzerinden 20 yıl geçti... Gladyo'nun kumanda aletini elinde tutan ABD'nin o dönemdeki kritik hedefi, Türkiye'yi hizaya sokmak ve Irak'ın kuzeyinde bir kukla devlet kurmaktı. Bu hedefin önünde duran Atatürkçü aydınları katletmek Washington'un o yıllarda izlediği stratejiydi. Yıllar sonra Amerika'nın hedefi hâlâ değişmedi. Bugün de bu senaryoların karşısında duranlar, Amerikancı gladyonun hedefi oluyor. Ergenekon tertibi kapsamında gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ya da yargılanıyor.

Uğur Mumcu'nun katledilmesi, bir dizi suikast zincirinin halkasıydı. 90'lı yıllar Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Uğur Mumcu cinayetlerine sahne oldu. Arkasında Süper Nato'nun olduğu eylemler bununla son bulmadı. Ardından Ahmet Taner Kışlalı, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan ve diğer cinayetler geldi.

NEDEN ATATÜRKÇÜ AYDINLAR KATLEDİLDİ?

Amerikan Gladyosu, 90'lardan itibaren Türkiye'ye "Kriz bölgelerine müdahale misyonu" yüklemek istiyordu. Kriz bölgeleri de Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar'dı.

Türk Ordusu, 1993-1994'ten sonra bu görev tanımını değiştirdi. Genelkurmay, Amerika'nın kukla devlet üzerinden yönelttiği tehdide karşı önlem geliştiriyor ve PKK terörüyle savaşmayı esas alıyordu.

AMERİKAN GLADYOSU BOŞ DURMADI

Bu yaşananlar Amerika'nın bölgedeki planlarını bozuyordu. Süreci tersine çevirmek isteyen Amerikancı Gladyo, çok sayıda cinayet ve tertiple Türkiye'yi "hizaya" getirmeye çalıştı. Bu planların karşısında duran Atatürkçü aydınları katletti.

Uğur Mumcu, PKK'nın MİT tarafından kurulması ve kullanılması sürecini araştırıyordu. 8 Ocak 1993 tarihli "Ültimatom" başlıklı yazısında şöyle demişti: "Kürt milliyetçileri ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkilere ışık tutacak çok ilginç belgeler açıklayacağım."

Mumcu, bu belgeleri açıklayamadı. 24 Ocak 1993 tarihinde otomobiline konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti.

ORG. EŞREF BİTLİS DE HEDEF OLDU

Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden bir ay sonra Türkiye başka bir haberle sarsıldı. 17 Şubat 1993'te Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in uçağı düşürülmüştü.

Org. Eşref Bitlis, Kürt meselesinin çözümünde Irak-İran ve Suriye ile birlikte davranma politikasını gündeme getirmişti. Irak'ın toprak bütünlüğünü savunuyordu. Bölgedeki Kürt grupların liderleriyle görüşerek onları Amerika'nın güdümünden çıkarmaya çalışıyordu. Amerika, planlarını bozacak bu girişim karşısında eylemsiz kalmadı ve Orgeneral Bitlis'i, uçağını düşürerek şehit etti.

Amerika'nın öncelikli hedefleri, bugün de pek değişmedi. AKP'nin açılımlarının nihai sonucu, Amerika'nın "Kuzey Irak Açılımı” ya da “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı” olarak ortaya çıkıyor. Türkiye'yi bir iç savaşa sürükleyerek, Amerikan planlarının uygulanması için elverişli zemini hazırlama amacını güdüyor.

Değişmeyen bir şey daha var. Bugün de bu senaryoların karşısında duranlar, Amerikancı gladyonun hedefi oluyor. Ergenekon tertibi kapsamında gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ya da yargılanıyor. O günlerde Atatürkçü aydınları, komutanları öldürerek Türk milletini öndersiz bırakıyorlardı. Bugünse öncüleri, hapse atarak etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar.
UĞUR MUMCU’nun hayatı
uğur_mumcu-1

Yürek acısı nasıl katledilir bilen var mı?

“Baharın yaz ile buluştuğu o tatlı Ankara akşamlarında çoğumuz arkadaş ıslıkları ile bir araya gelirdik. Biz, pazarın hemen köşesinde, otobüslerin çarşı durağına tırmandığı yol üzerinde bir duvara kuşlar gibi ardı ardına dizilirdik. Birazdan ya Renkli sinemaya gideceğiz ya da Karakol’un karşısındaki açık sinemaya.
Belki de 3. caddeden aşağı inip, Pastanenin yanından 4. caddeye çıkarak İsrail Evlerine sapacak, orada biraz bağırıp çağırarak, biraz da zilleri çalıp kaçarak oyunlar oynayacağız…”
Liseden beri arkadaştılar. Hani ‘yedikleri içtikleri ayrı gitmez’ derler ya, aynen öyleydi.
O zaman evlerin hepsinde telefon yoktu. Birbirlerini ıslıklarla çağırırlardı...
“Ertesi gün sınav vardır, kimimiz heyecanlı, kimimiz emin. Kimimiz de iyice umutsuz.”
Ertesi günkü sınava rağmen, ıslıklar evlerin duvarlarından çarpa çarpa, çoğala çoğala gökyüzüne kadar ulaştığı zaman, akan sular dururdu.
“Gümüş Pastanesinin önü, akşamüstleri ‘piyasa’ yeridir. Küçük dumanı tüten pastaları ve renk renk dondurmaları ile gizli bakışların ürkek arkadaşlıklara göz kırptığı pastane…”
Birkaç dakika sonra buluşurlardı köşedeki duvarın yanında... Sonra, tüm eğlenceler onların olurdu... Konuşurlardı, gülüşürlerdi... Bazen futbol oynarlar, bazen herkesi güldürecek türlü delilikler yaparlardı... Eh, adı üstünde ‘delikanlı’lardı hepsi...
“Öğlenleri, Deneme Lisesi bahçesinde kıran kırana futbol maçı. Bak, Oktay kafa vuruyor. Önder çalımlıyor, geçiyor… Ali bahçenin kuytu bir köşesinde, kendisine tutkun olan kız arkadaşlarına sevda türküleri söylüyor… Bahçenin arka tarafında Erkan Tapan, saçlarını zamana armağan etmemiş daha…”
Sonra hepsi büyüdü. Kocaman adamlar oldular. Üniversitelerde okudular. Kimi öğretmen, kimi akademisyen, kimi müzisyen kimi de ticaret erbabı oldu. Evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar. Yine de bir ıslık ile birbirlerini çağırdılar, dünyanın bir ucundan ta öbür ucuna kadar.
İşte bu yürek çarpıntısı, zaman zaman tekrarladıkları bir akşam yemeğinde daha buluşturacaktı iki eski dostu: Zamanında duvarda kuşlar gibi dizilen gençlerden ikisi. Biri gazeteci, diğeri yargıç. Sabah kahvaltıdan sonra, gazeteci, yargıç dostunu aradı:
- Akşam yemeğe sizdeyiz ya. Bana bak, sakın abartmayın. Bir iki lokma yer oturur laflarız.
- Yok canım olur mu öyle şey, şu dediğine bak. Biz birazdan çıkıp balıkları alacağız Sakarya Caddesi’nden.
- Eh, madem balık diyorsun, lüfer al o zaman.
- Biliyorum, biliyorum!
Yargıç olanı, gazeteci dostunun, gençliğinden bu yana süregelen o muzipliklerine alışkındı ya bu sefer telefonda hiç fire vermemişti. Kim bilir akşama ne tür bir eğlence bekliyordu onları. Bir de durmadan anlatması… Yeni bir olayın peşine mi düştü, ondan heyecanlısı olmazdı. Kovalamacalı bir film anlatırmış gibi elleriyle kollarıyla bir o tarafa bir bu tarafa dönerek, hop oturup hop kalkarak anlatır, anlatır, anlatırdı.
Gülümseyerek paltosunu giydi. Karı-koca çıktılar yola. Ankara’nın en güzel balıklarını bulabilecekleri Sakarya Caddesi’ne doğru yöneldiler. Arabalarını bir yere park ettiler. Yavaş yavaş yürüyerek gittiler balıkçıya. Lüfer alındı. Pazarlık yapıldı. “Yanına bir patates salatası iyi gider, haydi şuradan biraz soğan da alalım” diye konuşuldu. Bir iki meyve daha alındı. Akşam konuşacakları meseleler üzerine biraz sohbet edildi yürürken. Malum, bir gazeteci ve bir yargıç... Neler anlatacaktı acaba arkadaşı ona? Yeni ne haberler, ne belgeler vardı kim bilir...
Arabaya döndüler. Saat biri çeyrek geçiyordu. “Haydi, gidelim eve de hemen başlayalım akşam hazırlıklarına” dedi adam. Yine bir Pazar günü, yine bir araya geliyorlar. Yaşasın! Yaşasın!
Kontağı çevirdi eşi. Akşam planlarını düşünerek, gülümseyerek. Radyoyu açtılar. Saat bir buçuğu biraz geçiyordu...
Haberler... Spikerin titreyen sesi:
- Başımız sağ olsun, Türk milleti büyük bir gazeteciyi yitirdi...
İsimler... Haberler... Konuşanlar...
Arkadaşı... Eski dostu...
Naylon torbanın içinde duran kesekağıdının dışına taşmış balıkların üzerine bir yalnızlık çöktü.
O Pazar, 24 Ocak 1993 günü, saat 13.30’da bir çığ düştü yüreklerimize.
Bir usta kalem idi bizim için... Onun için ise tüm bunlar ve bir ıslık uzağındaki çocukluğu...
Hemen eski dostunun evine gidildi. Evinin önü mahşer yeri gibi. Çöpçüler süpürüyorlar tüm olanı biteni... Kimse inanamamıştı, bir patlama sesi duyuldu ama trafo olabilir, yakınlarda bir trafik kazası olabilir, düdüklü tencere bile olabilirdi... Ama bir araba, hele hele o araba olamazdı. Olmamalıydı...
Suskun geçen saatler. Kesmez ki yürek haykırışlarını, dil sussa da...
Gelenler... ‘Başınız sağ olsun’, ‘teşekkür ederiz’ diyalogları.. Her kapı çalınışında dostu gelecek ve “Şaka yaptım!” diyecek gibi geldi... Beklenildi. Kapı çalışı beklenildi. Ondan başka herkes geldi: Gazeteci diğer arkadaşlar, çocukluk arkadaşları, müzisyen arkadaşları, ticaret erbabı arkadaşları... Ama beklenen gelmedi...
Eve döndüklerinde, karanlık içinde, ışığı yanıp sönen telesekreteri gördü yargıç. Bir günde yıllarca yaşlanmıştı. Neredeyse sürüklene sürüklene gitti, sanki olana bitene inat, neşeyle yanıp sönen telesekreterin tuşuna bastı. Bir ses yankılandı evde:
- Akşam 8 gibi sizde oluruz. Lüferler geldiğimde hazır olsun dostum! Bu arada, tatlıyı biz getiriyoruz ha, sakın tatlı almayın!
...
“Yine biriniz ıslık çalsa, yine pazarın köşesinde buluşsak, yine top oynasak okulun bahçesinde, yine ‘ihtar’ alsak idareden haylazlıklarımız için, yine sınıf maçları yapsak karşılıklı, yine orada, Deneme Lisesinde sınıflarda, koridorlarda, bahçelerde, yine erik çalsak komşu bahçelerinden, yine dolsak sınıflara beraber... Ah, ah, yine, yine…”
Evlerden bir tanesinden çıkan bir delikanlı, elini ağzına götürdü. Islığı yankılandı uçan kuşların kanatlarına değin. Yan evdeki arkadaşı camda görünüp kayboldu, ayakkabılarını giyip sokağa fırlamak için. Genç delikanlı elini ağzından çekmeden aşağı sokağa gitti koşarak... Bir ıslık daha! Sonra bir tane daha, bir tane daha! Her ıslıkta bir kapı açıldı, içeriden neşeyle çıkan gençler, duvarın üzerine oturup diğerlerini beklemeye başladı.
Tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey gülümseyerek Nadire Hanım’ı çağırdı. Camdan bakarlarken, oğulları Uğur da beliriverdi yanlarında... O ne yazık ki artık arkadaşlarının arasında olamayacaktı.
Sinem Baş
Odatv.com yazının orjinali

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Size çarpan araç faili meçhul ise

RON CLARK STORY

BAŞKA BİR İSTATİSTİK