ATATÜRK VE TÜRKÇE İBADET

 

 

 

 

top_yazi

Evet dostlar ATATÜRK ‘ün Türkçe ibadetle ilgili çalışmaları olduğunu biliyordum. Türban vesilesi ile konuyla ilgili araştırma yaparken Cemal KUTAY ve Özdemir İNCE ‘nin de bu konuda yazılar yazmış olduklarını gördüm. Bu yazıları da aşağıda aynen yayınlıyorum. Okuyup konuyla ilgili bilgi sahibi olabilirsiniz. Ayrıca üniversitede okurken Türkçe derslerimize giren sayın hocam Yrd. Doç. Dr. Hayal Zülfikar ‘ın kulaklarını çınlatacağım çünkü araştırma yaparken onun sevgili eşi sayın hocam Türkolog Prof.Dr. Hamza ZÜLFİKAR ‘ın da bu konuda yapmış olduğu bir çalışmayla karşılaştım. Bu çalışma oldukça uzun olduğu içinde PDF formatında aşağıda sunuyorum.


Esasında bu yazıları okuyunca konuyla ilgili benim neden bir şeyler karalamadığımı anlayacaksınız. Çünkü bana söyleyecek fazla bir şey kalmıyor. Esasında 80 sene evvel ATATÜRK bu günleri görmüş. Halbuki bu gün ne yazık ki hala sizler görmemek için ısrar ediyor ve gelen hükümetlerin bu konuda bir şey yapmadıklarını nedense sorgulamıyorsunuz…! Aksine emperyalist işbirlikçilerin sizleri istismar edip iktidara gelmek için kullanmalarına izin veriyor üstelik birde bu din bezirganlarını teşvik ediyorsunuz… Ama ne yazık ki yarın çok geç olacak. Çünkü ayaklarınızın altındaki bu vatan çoktan gitmiş olacak

Özdemir İNCE 


 

 

Yalan rüzgárları

özdemir_ince BÖYLE bir yazıyı benim yazmak zorunda kalışım ilahiyatçılar, din bilginleri açısından utanç verici. Aptal yerine konulmaktan hoşlanmadığım, ayrıca meraklı biri olduğum için işin aslını araştırdım. Şansım yaver gitti, birkaç okurum gereksinim duyduğum bazı bilgileri ulaştırdılar bana.

Nûr Suresi 31. Ayet'in birçok çevirisini, Fransızca, İngilizce ve Almanca çevirilerini karşılaştırdım. Bu karşılaştırmanın sonucunda 31. Ayet'in Türkçe çevirisinin aslına uygun yapılmadığı sonucuna vardım. Bu sonuca varmamda, Paris üniversitelerinin birinde Arap Edebiyatı ve Kültür Tarihi öğreten bir şair ve filozof, Tunuslu arkadaşımın büyük yardımları oldu. Arkadaşım, bu ayetin çok önemli üç sözcüğünün kesin anlamlarını araştırarak bana bilgi verdi. Buna göre, Nûr Suresi 31. Ayet'te üç önemli sözcüğün Türkçe anlamını yazıyorum:

Fara (tekil); Furuj (çoğul): (Sözlük adıyla): Erkek ve kadın cinsel organı.

Jayb
(tekil); Juyub (çoğul : (Sözlük adıyla): Meme, göğüs.

Himar
(tekil), Humur (Çoğul): İslam öncesi dönemde Arapların giydiği giysinin bir parçası (dokuma, bez parçası). (Başörtüsü ile kesinlikle ilişkisi yok.)

MEMELERİ ÖRTSÜNLER

Buna göre daha önce de yazmış olduğum gibi Nûr Suresi 31. Ayet'i şöyle çevirmek gerekiyor:

"Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar? Örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar?"

Bir okurumun yazdığına göre, söz konusu ayetin örtmekle ilgili bölümünün Arapçısı şöyle:

"Vel yadrıbne bihumûrihinne alá juyubihinne" (en doğrusu ki örtülerini göğüsleri (memeleri) üzerine vursunlar).

HİMARI ÇİZDİRİN

Tunuslu filozof ve şair arkadaşımın belirttiği gibi örtünün (himarın) başörtüsü ile herhangi bir ilişkisi yok, giysinin bir parçası. Arapların Müslüman olmadan önce giydikleri giysinin nasıl olduğunu, bu giysilerin parçası olan "himar"ın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Bilmek zorunda da değilim. Sadece üzerime düşen sorumluluk gereği Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ve bağımsız ilahiyatçıların bu giysinin ve parçası himarın çizimini bulup, yaptırıp yayınlamaları zorunlu bir görev. Bu görev ve sorumluluktan kaçamazlar.

ORGANİZMANIN PARÇASI

Bu konuda yazmaya başladığımdan bu yana, her fırsatta bana şirretçe saldıranlar, suçüstü yakalandıkları için, susmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Türban tapıncı tek başına değil. Büyük bir organizmanın önemli parçalarından biri. Eğer imam hatip okulları mezunları, üniversitelere bir lise mezunu gibi girmek hakkını yasal olarak elde edemezlerse, türban "delirium"u epeyce zaman alsa da yavaş yavaş tavsar. Ama tersi olup imam hatip mezunları, lise mezunlarının hakkına sahip olarak üniversitelere girebilirlerse türbanın yükselişini kimse engelleyemez. İslam'dan giderek daha da kopacak olan Türban iye Dini, Türbanistan'ı kurar!

* * *

Cengiz Çandar için özel not:
Kuran'da yazan "Farj, furuj, jayb, juyub, himar, humur" gibi temel sözcüklerin anlamını bir Arap arkadaşına, özellikle de bir kadın tanıdığına sor, sonra Nûr Suresi 31. Ayet'in Türkçe çevirisini oku! Bir kez de Diyanet'e sor. Sonra, hükümetçilik, ılık İslamcılık yapacaksan yap ama "harbi" yap!

Bu yazı Cemal Kutay 'ın bir kitabından alıntıdır..

CEMAL KUTAY 

 


cemal TÜRK MİLLETİNİN TANRISINA ANADİLİYLE KULLUK HAKKI
Yerine gelmiş ve geleceklerin hepsine; millet meclislerine; ve özellikle demokrasi ve kendi adına rejime el koyanlara, bilim kuruluşlarına, kalem sahiplerine ; bu gaflet ve yüreksizliklerinin hesabını TARİH soracaktır.
Çünkü bugün ve yarınlarda dinin politikaya araç olmasında Türk varlığının üzerindeki URUBE (Arap şoven milliyetçiliği) nin Türk milletinin üzerinden elini çekmemesinin temel sebebi, Türk insanının kulluk ödevini KENDİ DİLİYLE yapamama yoksunluğudur.

ÜLKESİ VE MİLLETİ İÇİN EN GÜZEL-EN İYİ-EN İLERİYİ HEDEFLEMİŞ BİR KİŞİNİN BERABERİNDE BAZI HASRETLERİ GÖTÜRMEMİŞ OLMASI MÜMKÜN MÜDÜR?

Atatürk çapında bir şahsiyetin hızla akan bir dünyada vazifelerini tamamlamış olduğunu düşünmek, O'nu kavrayamamak anlamına gelir. Ülkesi ve milleti için en güzeli-en iyiyi-en ileriyi hedeflemiş bir kişinin beraberinde bazı hasretleri götürmemiş olması mümkün müdür?
Bu sorunun gerçek cevabı : ATATÜRK’ÜN sağlığına ve o inanılması güç çalışma temposuna tam sahip olduğu son devrede nelerle meşgul olduğunu tespit emeğindedir.
Biliniyor ki ATATÜRK , daha çok son yıllarının yaz mevsimini, İstanbul'da veya devamlı meşguliyeti varsa Yalova Termal'de geçirir, ele aldığı konuda ihtisas sahibi davetlileri de kendisiyle beraber bulunurdu. 1935 yaz mevsiminin uzun bedir süresini Termal'de Türkçe ibadet gibi gerçekleştirme arzusunu çok öncesinden tasarladığım TEMEL BİR KONUYA ayırmıştı.Düşüncelerini , daima tercih ettiği şekilde ayrı kağıtlara önce kendisi not etmiş, sonra bunları refakatinde olan Prof. Afet İnan'a yazdırmıştı.
Bir asker olarak , pedagoji üzerinde devrin tanımış bilim adamlarından ilk çevirileri yapan rahmeti Kazım Nami Duru (1877-1967) Mustafa Kemal'in Selanik günlerinde yakın dostu idi. Konuyu ondan dinleyelim:
"HUTBE’NİN ve daha sonra ezanın Türkçeleştirilmesinin Gazi’nin din üzerindeki asıl düşüncesinin ilk tatbik safhası olduğunu biliyordum. Bana o yaz mevsimi (1935) konuyu derinlemesine ele alacağını söyledi Şahsi düşüncemi de sordu : Türk milletinin Tanrısına kulluk vazifesini kendi dili ile yapması , yerine getirmesi mümkün değil miydi? Bu konu ancak ONUN ele alabileceği ve şahsi inancıma göre de milletine yapabileceği en muhteşem hizmetti. Düşüncelerimi dikkat ve alaka ile dinledi : "Bu anlattıklarını daha geniş ve dayandığın kaynakları da açıklayarak bana en kısa zamanda gönder" dedi. Ancak İçişleri bakanı Şükrü Kaya'nın bazı endişeleri vardı :Ezanın Türkçe okunmasının sebep olduğu olaylar mevzii de olsa hükümeti tedirgin ediyordu.
Aradan zaman geçti, konu üzerinde fiili bir gelişme olmadı. Tahminime göre hükümetin endişeleri ATATÜRK’Ü bir hazırlık devresinin gerekliliği üzerinde düşündürmüştü ve ancak O'nun başarabileceği bu büyük hizmet te böylelikle olduğu yerde kaldı.
Öte yandaki gerçek şuydu: ATATÜRK, dinin yorumunu yapmıyordu. Aslında tam sadakatle Türkçe'ye çevrilerek anlaşılmasını istiyordu. Bunun içindir ki, EZAN dolayısıyla 7 Şubat 1933 tarihinde Anadolu Ajansı'na yaptığı açıklamada "Meselenin temeli DİN değil, Dil’dir " demiştir.
Bu çapta bir hasretin dolaylı da olsa takipçiler bulmaması mümkün değildi ; esas meslekleri ilahiyatçılık olsun olmasın, milletin öz dilinin, Tanrısına kulluğuna yeterli olduğunu göstermek için güzel örnekler verenler de çıkmıştır. Ama inanıyorum ki günün birinde Türk insanına, Tanrısına kulluk görevini öz dili ile yerine getirme yolunu açacak, Mustafa Kemal'e layık bir halef; hem de yüce milletimizin oyu ile "Haydi bakalım" diyecek bir halef mutlaka olacaktır.

bu da Atatürk ün bu konuda yaptığı konuşmaları içeren bir yazı...

İslamiyet’in yayılma dönemlerinde Kur'an dili ve bilim dili olarak kabul edilen Arapça, yazı dili üzerindeki etkisini Osmanlıca denilen yapay bir dil biçiminde sürdürürken, Türkçe konuşan halk üzerindeki etkisi daha çok ezan, namaz, hutbe vb. gibi dinsel görevlerin yerine getirilmesi sırasında yoğunlaşmıştı. Halk, anlamadığı Arapçaya biraz da kutsal bir dil gözüyle baktığı için, bu durum yüzyıllardır dini kendi çıkarlarına ya da siyasete araç yapmak isteyenler için de en büyük bir dayanak olmuştu. Bu nedenle Atatürk daha Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak tapınmada halkın anlayacağı bir dilin, Türkçe'nin kullanılmasına büyük önem vermiştir. 1 Mart 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üçüncü toplanma yılını açarken:
"Camilerin kutsal minberleri, halkın din ve ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını sağlamak, Şeriye Bakanlığı'nın önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyine seslenmekle Müslüman kişinin bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir." diye, ibadet yerlerinde Türkçe kullanılmasının gerektiği yolunda ilk işareti vermişti.
Bu konuda ilk uygulamayı dayanarak Hatiplere örnek olmak isteyen Atatürk, 7 Şubat 1923'te Balıkesir'de Paşa Camii'nde minbere çıkarak Türkçe bir hutbe okuduktan sonra sorulan bir soruya yanıt verirken şöyle devam etmişti:
"Hutbeden amaç, halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka birşey değildir. Yüz, iki yüz, dahası bin sene önceki hutbeleri okumak, insanları bilgisiz ve aymazlık içinde bırakmak demektir. Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması gerekir. Geçen yıl Millet Meclisi'nde verdiğim bir söylevde demiştim ki, 'Minberler halkın beyinleri, vicdanları için bir verimlilik kaynağı bir nur kaynağı olmuştur.' Böyle olabilmesi için minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin siyasal, toplumsal ve uygarlık durumlarını her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır."
Bunu izleyen 1924 yılında Halifeliğin kaldırılmasına koşut olarak öğretimin birleştirilmesi yasasının yürürlüğe konularak medreselerin kapatılması, Arapça'nın etkisinin azalarak Türkçe'nin güç kazanmasına yardım etmişti.
Hutbelerin Türkçeleştirilmesinden sonra Atatürk'ün Kuran'ın Türkçe'ye çevrilmesi sorununa eğildiğini görüyoruz. Öylesine ki 1925 Kasım'ında o dönemdeki adı Gazi Kız Nümune Mektebi olan bugünkü Atatürk İlkokulu'na "dikkatle okunması" dileğiyle Türkçe bir Kuran armağan etmişti [Bu armağan Kuran, adı geçen ilkokulda bulunmaktadır (Halil İbrahim Öztürk'ün, 9 Haziran 1980 günlü Milliyet'te çıkan mektubu.) ]. Beliren kimi duraksamalar karşısında Kuran'ın yeni bir çevirisinin yapılmasını emretmekten de geri kalmamıştı.
Dinsel görevlerin yerine getirilmesinde Türkçe kullanılması yolundaki girişimlerin bir büyük halkasını da Ezan'ın Türkçe okunması oluşturmuştu. Atatürk'ün buyruğu ile 1932 başlarında yapılan birkaç denemeden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 günlü yazısı üzerine, namaza çağrıdan başka bir niteliği olmayan ezan tüm ülkede Türkçe okunmaya başlamıştı (Ezan 1932'den 1950'ye kadar Türkçe okunmuştu. Ne yazık ki 1950 seçimlerinden sonra 6 Haziran 1950 gün ve 5665 sayılı yasa ile bundan vazgeçilerek Arapça ezana dönülmüştür. 27 Mayıs 1960 yönetiminin her nedense bunu değiştirmemesi ayrıca düşündürücüdür.)

ATATÜRK’ÜN beraberinde götürdüğü hasret "Türkçe ibadet"tir

kur’an'da da kendi dilinde ibadeti destekleyen AYETLER vardır...

Maun Suresi, 4-5-6 ayetleri: "Ne dediğini anlamadan namaz kılanlara yazıklar olsun!
Duhan, 58-9: "Ey Muhammed, biz öğüt alırlar diye Kur'an'ı senin dilinde indirerek; kolayca anlaşılmasını sağladık."

Yorumlar

Unknown dedi ki…
Kuran'ın her millet tarafından farklı dillerde okunması , yada farklı dillerde ibadet edilmesi ortaya bir kargaşa cıkarmazmıydı. Bence Kuran 'ın öyle yegane bir dili vardırki, bütün müslümanları birbirlerine yaklastırır.her milletin kendi dilini kullandıgını dusunursek , kim bilir belkide cok seneler sonra Kuran'ın hangi dilde oldugu bile unutulabilir.Ki şu anda bile musluman oldugu halde cok seyden bi haber olan insanlar var kuran hakkında.Tabiki Kuran'ı anlama olayına gelince ,bende kesinlikle herkesin Kuran'ı kendi ana dillerinde anlamalarını herkesten cok isterim.Mantıklı olarak insanın tabiki soledigini anlaması lazım.Bu birazda suna benziyor , türk vatandası olan kürt kardeşlerimizin ben kendi dilimde ogrenim gormek istiyorum demesi gibi değilmidir.Bunlar aslında bolunme baslangıcı seyler değilmidir. Aklıma daha cok soru geliyor ama bu kadar yeterli şimdilik. Umarım beni aydınlatcak arkadaslar cevap yazarlar...
Rasyonel dedi ki…
Kuranin yegani dili istismari bu denli tavana cikarmistir. Anlasilmayan birseyin birlestirici unsuru olamaz. Olsa olsa uyusturucu ozellugi olur.
ihtiyarus dedi ki…
Kuran dünya üzerinde yaşayan halklar tarafından kendi dilleri tarafından okunduğu için islamiyet bu kadar çok yayılmıştır. Ülkemizde de kendi dilimizde okunması halinde istismar edilmesi mümkün olamazdı. Ama şimdi ise alabildiğine istismar edildiği için din siyasallaştırılıyor. Ülkemizde ne kadar çok tarikat var baksanıza. Herbiri islamiyeti başka biçimde yorumluyor. O nedenledir ki günümüzde ülkemiz tarikatlar tarafından yönetilir hale gelmedimi?
Adsız dedi ki…
Dinini anlamak isteyen bir kimsenin Kuran'ı kendi dilinde okuyup anlaması tabi ki gerekli.Ancak maneviyatı göz ardı edersek de yanılgıya düşeriz.
Nasıl ki yabancı dilden çevrilen bir şiirin ahengini ve kafiye zevkini kaçırmış olursak Kuran için de böyledir...örnek vermek isterim:Nas suresinde şeytanın vesvesinden fısıltısından bahsedilir ki burda '.Ellezii yüvesvisü fii sudüürinnâas'ayeti vardır..Mealense '.O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar' şeklindedir..yüvesvisü derken fısıltı gibi çıkmıyor mu ağzımızdan...:)

Bu blogdaki popüler yayınlar

Size çarpan araç faili meçhul ise

RON CLARK STORY

NAZIM HİKMET 'in Yaşamaya Dair Şiiri